“Günümüzde toplumun gittikçe muhafazakarlaşması ile kadınların kazandığı pek çok hak, özgürlük alanı elimizden kayıp gitti. Her yeni başlık bizim için bir mücadele konusu oldu. Toplumsal cinsiyet mücadelelerindeki her özneyi de önemsiyorum, birlikte mücadele etmek gerektiğine inanıyorum.”
SILA YILMAZ
Sibel Tekin Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim görevlisi ve belgesel yönetmeni. Sibel Tekin, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde kadın iletişim emekçilerine ve sektöre dair sorularımızı yanıtladı.
Biliyorsunuz bugün 8 Mart. 8 Mart tarihsel olarak kadınların birlik, mücadele ve dayanışma anlamını, bunun ötesinde emek mücadelesini de kapsayan bir tarih. Bu bağlamda bir kadın yönetmen olarak bu tarih bugün size ne anlam ifade ediyor? Kendimi feminist olarak tanımlayan biri değilim ama bir yandan toplumsal roller kısmına da kendimi bildim bileli karşı olan biriyim. O yüzden de kadın mücadelesini önemsiyorum, kadın mücadelesindeki en önemli tarih 8 Mart. Kadının ezilmesi yüzyıllardır süregelen bir durum. Günümüzde toplumun gittikçe muhafazakarlaşması ile kadınların kazandığı pek çok hak, özgürlük alanı elimizden kayıp gitti. Her yeni başlık bizim için bir mücadele konusu oldu. Toplumsal cinsiyet mücadelelerindeki her özneyi de önemsiyorum, birlikte mücadele etmek gerektiğine inanıyorum.
Bir kadın yönetmen ve akademisyen olarak sektörde karşılaştığınız sorunlar neler, kadınlar genel olarak iletişim sektöründe hangi sorunlarla karşı karşıya kalıyor?Ben üniversitede öğretim görevlisi olarak çalışıyorum ancak kendimi pek de akademisyen olarak tanımlamıyorum. Daha çok belgeselci, video aktivisti olarak tanımlıyorum. Onun için sorunun yönetmen kısmından devam edeceğim. Erkek egemen bir sektör var karşımızda ancak bunun üzerinden ticari kaygıyla hareket etmediğim için daha çok kendim her şeyi yapmaya çalışıyorum. Biraz daha bağımsız hareket ediyorum, bütçeli bir iş yapamıyorum, bütçeli iş yapamadığım için gönüllü/emek vermeyi kabul eden birileri olursa insanlarla çalışabiliyorum. Eğer böyle bir durum yoksa yapabileceğim tüm işleri kendim yapmaya çalışıyorum ki emek sömürüsü olmadan işlerimi ilerletebileyim. Bundan dolayı belgesel sektörünü çok ticari açıdan değerlendirmem mümkün değil.
İletişim bölümlerinde bize süreci kamu yararına işlememiz öğretiliyor. Siz de geçtiğimiz sene kalıcı yaz saati uygulamasının olumsuz etkilerinin yansıtıldığı “Karanlıkta Başlayan Hayat” belgeselinizde, yani kamu yararına, kamuyu aydınlatmak adına yaptığınız bir işte “örgüt üyeliği” iddiasıyla yargılanmaya, uzun sürecek bir dava sürecine girmiştiniz. Bu süreç nasıl ilerledi?Kalıcı yaz saati uygulaması başladıktan sonra buraya dair bir belgesel yapmak aklımdaydı, ben de etkileniyordum bu uygulamadan. Sabah uyanmak zor, servise yetişmek zor şeklinde ilerliyordu durum. Belgesel yapmaya karar verdikten hemen sonra da pandemi başladı ve bir süre bu belgesel benim de gündemimden çıkmış oldu. Tekrar normal hayata geçtiğimizde bu belgeseli yapmaya yeniden karar verdim. Kendimce sınırlandırdığım bir yapım takvimim vardı, 21 Aralık, en uzun gece, ben yaklaşık bu tarihten on-on beş gün önce başlayıp belki bir on gün sonra bitiririm diye düşünerek özellikle işe çok daha erken gitmesi gereken işçilerin yaşadığı yerlerde çekim yapmaya çalışıyordum. Tuzluçayır’ı bu yüzden çekmiştim. Hatta ilk çekim günümde uygulamadan kaynaklı olarak uyanıp da erken çıkamadığım için sadece Kızılay’a gidip biraz çekim yaparak okula dönmüştüm. Ertesi gün planladığım şekilde uyanıp Tuzluçayır’a gittim. Çekimleri yaptım ancak bir yandan devreye etik meseleler de giriyor. Çünkü anı yakalamak için hızlı davranmak ama insanların onayını da almak gerekiyor. Bundan dolayı daha genel planlar çekmek zorunda kaldım. Çekime ilk başladığım sırada da etrafımda infaz koruma memurları varmış ve benden şüphelenmişler. Şikayet etmişler, gece polis geldi. Bir gece gözaltında kaldıktan sonra hızlıca nöbetçi mahkemeye yetiştirdiler ve tutuklandım. Bir buçuk ay tutuklu kaldım. 2013’ten beri eylemleri çekiyorum, çektiğim eylem görüntülerinden de daha önce gözaltına alındığım için deneyimliyim diyebilirim, hatta o gün “Sabah yaptığın çekim bu mu, bu kamerayla mı yapmıştın?” dediklerinde “Aa, bunun için gelmişler zaten,” diyerek rahatlamıştım. En beklemediğim şey yüzünden tutuklanmak daha sonrasında beni çok şaşırtmıştı. Avukatlarım sayesinde süreç hızlı ilerledi, mahkeme aslında uzamış gibi gözüküyor ama ülke genelindeki adalet sistemine/sürecine kıyasla dediğim gibi benim sürecim hızlı ilerledi.
Aslında tüm bu süreçle ilgili değinmek istediğimiz bir yer daha var. 2022’de meclisten geçen dezenformasyon yasası. Daha öncesinde konuştuğumuz gibi iletişim bölümlerinde bize işimizi kamu yararına sürdürmemiz gerektiği öğretiliyor. Bu yasayla birlikte kamu yararına gerçekleri ortaya döken birçok iletişim emekçisi yargılanma sürecine girdi. Bu yasanın varlığı bizim kamu yararına iş yapmamızı engelleyebilecek mi? Bu yasa yokken de istemedikleri haberlerin, hakikatin kamuoyuna yansımasını engellemek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Pek çok yaptırım bu yasa öncesinde de uygulanıyordu. Yasayla birlikte kendi ellerini daha da güçlendirip süreçleri hızlandırmaya başladılar. Muhalif basın dışında ana akım, yandaş medya dediğimiz kısım onların tarafında ve gerçekleri göstermemeyi tercih ediyor. O muhalif basın da bu yasaya rağmen çalışmaya devam ediyor, bu yüzden yargılanıyor, tutuklanıyor, gözaltına alınıyorlar. Bu yasa mücadelenin de kamuoyunun haber alma hakkının da önüne geçebilecek gibi gözükmüyor.
Patronların Ensesindeyiz İletişim Emekçileri Dayanışma Ağı temsilcisi ve Ankara İLEF’te öğrenci Sıla Yılmaz tarafından 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar günü içi hazırlanan yazı dizisinin üçüncüsü.